100. Yılında Cumhuriyet'i Anlamak
Gökhan Aksoy
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın devamı değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş ve toprakları galip devletler tarafından paylaşılmış bir devletin içinde yenilgiye ve emperyalizme başkaldıran devrimci bir önderliğin Batı’ya nanik çekmesi sonrasında kurulmuş yepyeni bir karşıdevrim hareketidir. Osmanlı da bizim tarihimizdir elbette, hatasıyla sevabıyla onu öğrenir, başarılarıyla övünür, yanlışlarından dersler çıkarırız. Ama hem bir yönetim şekli olarak küçük harfle “cumhuriyet”in hem de Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının bu topraklarda yeşerttiği anlamda büyük harfle “Cumhuriyet”in anlamını tam olarak idrak edebilmek için Osmanlı monarşisi ile Atatürk Cumhuriyeti arasındaki farkı iyi kavrayabilmek gerekir.
Osmanlı’da yönetici ya da asker gibi elit konumlarda olmayan sıradan halka “reaya” denirdi. Açın sözlüğü bakın, bu kelime “koyun sürüsü” anlamına gelmektedir. Osmanlı’yı yönetenler, kendi halkına bu sıfatı uygun görmüştür yüzyıllar boyunca. Sıradan halk kendine ait olmayan toprakla uğraşır ve vergi verirdi, başka da bir işlevi yoktu Osmanoğullarının saltanatında. Bugün kendisine “Osmanlı torunuyum” diyenlere sormak lazım; acaba bundan Osmanlı’nın haberi var mı? Cumhuriyet ise bu kul olma, sürü olma durumuna son vermiş, ülkeye halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokrasiyi getirmiştir. Kulluk yerini birey olmaya bırakmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı getirilmiş, eğitimde bilime ve sanata öncelik verilmiştir. Sürüler “cumhur” olmuştur artık. Ümmet “halk” olmuştur. Aradan 100 yıl geçtikten sonra, hâlâ kendini cumhur olmaya lâyık görmeyen bir grup mevcut; kendini halktan, kamudan, cumhurdan, yurttaştan saymayan, sayamayan, kendine bu gömleği bol gören reaya zihniyetlilerin Cumhuriyet’in değerini anlayabilmesi de olanaksızdır.
Bugün ne kalmıştır Cumhuriyet’ten geriye? Halkın seçme ve seçilme hakkı kağıt üzerinde var, ama seçimlerin bizatihi kendisi şaibelidir artık. Mühürsüz pusulalarla yapılan oylamalar geçerli sayılabilmekte (2017 referandumu), cumhurbaşkanı adayı olma ihtimali belirene karşı sahte davalar açılmakta (Ekrem İmamoğlu), 2 kez cumhurbaşkanı olma hakkı doldurulmasına rağmen Anayasa delinerek üçüncü kez aday olunabilmekte (2023, Recep Tayyip Erdoğan), seçilmiş bir milletvekili hapiste yatmaya devam edebilmektedir (Can Atalay). Bunlar artık sıradan hadiseler haline gelmiştir.
Laikliğin yerinde yeller esmektedir. Bağımsız olması gereken Merkez Bankası, “nas” adı altında dini bir gerekçe öne sürülerek faiz arttırmamaya zorlanabilmektedir. “Dinimizde yasaktır” denilerek LGBT bireylerin özgürlüklerine el koyulmaktadır. Tarikat ve cemaatler, fiilen eğitim sisteminin bir parçası haline gelmiş, “dindar ve kindar bir nesil” yetiştirme amacına hizmet etmektedirler.
Devletin kurduğu bütün fabrikalar birer birer, yok pahasına özelleştirilmiştir. Devlet, kamusal hizmetlerden elini eteğini gitgide çekmiş durumdadır. Üretim artık tamamen özel sektörün elindedir.
Osmanlı’nın Batı devletlerine verdiği bütün kapitülasyonlar Atatürk tarafından kaldırılmıştı. Bugün ise Çanakkale’de Hollandalı bir şirketin altın arama izni bulunmaktadır.
“Yurtta sulh cihanda sulh” anlayışı tamamen terk edilmiş durumdadır. Türkiye topraklarında ABD’nin üsleri bulunmakta, Türkiye, Suriye’deki iç savaşın bizzat yürütücülerinden biri konumundadır.
Bugün 100. yılını kutladığımız Cumhuriyet, tam bağımsız olabilmeyi ve halkın refahını öncelikleyen, kendi dönemi için bile ilerici bir adımdı. Bugün ise Türkiye maalesef Batı’ya her anlamda bağımlı hale gelmiş, halkın refahının umursanmadığı, tarımın bitirildiği, genç işsizliğin tavan yaptığı, enflasyonun rekorlar kırdığı, hayat pahalılığının insanları intihara sürüklediği bir kriz ortamındadır. Üstelik bütün bunlara itiraz eden kim olursa olsun sokağa çıkıp protesto ettiği an ensesine copu yemekte, en temel hakkı olan yönetime katılma, yani yurttaş olma hakkı fiilen elinden alınmaktadır.
Peki bugün cumhuriyeti sahiplenen, Atatürk devrimlerinin yanında olan ülkenin ilerici topluluğu bu aşamada ne yapabilir? Burada söylenebilecek ilk şey ensenin karartılmaması gerektiğidir. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, bugünkünden çok daha zor şartlar altında yılmamış, ellerini taşın altına koymaktan çekinmemiş, haklarında idam fermanı verilmesine rağmen hem bir imparatorluk yönetimine hem de Batılı devletlere karşı aynı anda taarruza geçmiş, uçurumun kenarına sürüklenmiş bir ülkeyi kurtarmayı başarabilmişlerdir. Bugün de bize düşen vazife yılmamak, siyasete katılmaktan korkmamak, haksızlığa karşı sinmemek, ilerici her adımın yanında durmaktır. Tabii burada en büyük görevlerden biri de ülkenin muhalif siyasi partilerine düşmektedir. Kurucusunun Atatürk olduğu Cumhuriyet Halk Partisi maalesef iktidarı zorlayabilmekten, kitleleri peşinden sürükleyebilmekten, halkın çıkarına eylemlerde bulunmaktan çok uzakta, hatta iktidarın oyuncağı haline gelmiş durumdadır. En çok oya sahip ana muhalefet partisi olduğu için CHP’ye çok iş düşmektedir, silkelenip kendine gelmesi zaruridir. Hatasıyla sevabıyla, yüksek oy oranına sahip bir kitle partisi olduğu için önemi de büyüktür, iktidarın değişimi ve “cumhuriyet”in yeniden geri kazanılmasında kendisine düşen rol, potansiyelini kullanmayı başarabilmesinden gelmektedir. Öte yandan, ülkenin sol/sosyalist partileri de halkın içine daha çok girmeli, bildiriler ve sloganlardan ibaret siyaset anlayışlarını güncellemeli, kendisine oy vermeyen, bırakalım oy vermeyi, zihniyet olarak tam karşısında duran toplulukların kalbine girmeyi başarabilecek iletişimi sağlamak zorundadırlar. Bunlar yapılmazsa, 70 yıldır bütün değerlerine saldırılan, açıkça bir karşıdevrime maruz kalmış, halkı din ve hamasi milliyetçilikle uyutulmuş cumhuriyetimizden geriye elimizde hiçbir şey kalmayacak, cumhuriyet, gerici yönetimler tarafından tarihin tozlu raflarına kaldırılacaktır.